Galiba 1994 yılıydı. Prag’da bir devlet dairesine gitmiştim. İşimizi yaptıracağımız ofis üst katlardan birindeydi. Yani asansörle çıkacağız. Asansör o güne kadar hiç görmediğim bir yapıdaydı. Paternoster denen bu asansör tipi doığu bloğu ülkelerinde bulunan ve kapısı olmayan, hiç durmadan sürekli bir tarafın yukarı çıktığı bir tarafın aşağı indiği kabinlerden oluşuyordu. Sizin önünüzde beklemiyordu. Geçerken içine atlıyordunuz. İneceğiniz kata geldiğinizde de dışarı atlıyordunuz. Durup düşünme, erken binme veya geç kalma şansınız yoktu.
Gezegenler nadiren aynı hizaya gelirler. Her 516 yılda bir ufak sapmalarla da olsa ip gibi dizilirler. Dizilince de öyle kalmazlar. Kısa bir sürede gözlemlediniz gözlemlediniz. Gözlemleyemezseniz tren kaçar.
Bazı fırsatlar geçici bir süre önümüze gelir, hiç beklemez veya biraz bekler ve giderler. Bir kişi için, bir aile için, bir ulus için veya tüm dünya için bazen kısa süreliğine bir fırsat yakalarsınız.
Bir iş teklifi gelir bazen. Çalıştığınız kurumu bırakamazsınız. Arkadaşlarınız, ortamınız güzeldir. Siz düşünürken başkası işi kapar. Bir kaç ay sonra çıkan bir krizde küçülme kararı alan şirket sizi işten çıkarır ve fellik fellik iş ararken bulabilirsiniz kendinizi.
Özel hayatınızda, eş seçiminde, yerleştiğiniz şehirde, ülkede, aldığınız arabada, gittiğiniz tatilde önünüzden binlerce fırsat akar. Yakalayabildiklerinizle kurarsınız hayatınızı.
Hani Temel Amerikaya giden Dursundan bir mektup almış da mektupta “Temel burası fırsatlar ülkesi. Hemen gel. Parayı sokaktan topluyoruz. O derece bolluk var” yazıyormuş. Temel apar topar Amerikaya gidip de adımını atınca yerde $100 bulup “Aman” demiş “İlk günden çalışmaya mı başlayacağım”
Hayat genelde o ilk günden çalışmaya başlayanlara gülüyor işte.
Bundan 15 sene önce bilgisayar programlamak bir dönem kolay öğrenilebilir hale gelmişti. İşsiz güçsüz zeki gençlerin hızla üretime katılabilecekleri bir rüzgar esti. Belki bir veya iki ay içinde temel programcılık bilgisini alarak birşeyler üretebiliyordunuz. (Öğretmeyi denedim oradan biliyorum). Sonra bu fırsat kaçtı. Konu çok daha zorlaştı. Kolay anlaşılabilirlikten, üzerine ciddi kafa patlatmadan anlaşılamayan kavramlara ilerledi konu.
Bugün o günkü kadar olmasa da başka bir şekilde tekrar bir fırsat doğdu. Biraz rehberlik alarak ve biraz daha uzun bir süre içinde, kendi kendinize bir sürü konuyu öğrenebilecek duruma gelindi. Çünkü artık İnternet ve online eğitim devrimi yaşıyoruz. Ücretsiz veya çok az bir ücret karşılığında harika eğitimler almak hatta online üniversiteler bitirmek mümkün. Yeter ki azimli olunsun.
Bugünün zeki gençlerine tüm dünyada geçerli bir meslek edindirmek için tekrar bir şans var. Çünkü Türkiye’deki eğitim sistemi bir takım sınavları geçmeye yarıyor ancak meslek sahibi yapmıyor. İdealinde imam olmak olan gençleri tenzih ediyorum. (İmamlık meslek midir konusuna bu yazıda girmiyorum.)
Bu tren yakında kaçar. Bu fırsatı görenler sektöre doluşunca istihab haddi dolacak ve tren kalkacaktır. Keşke trenleri gösteren rehber yöneticileri olsa ülkelerin. Malesef genelde 100 sene önce kaçan trene el sallamayı öğretenler tutmuş köşe başlarını.
Bu sefer anı ve hikaye ile karışık başka bir şey anlatacağım size. Ard arda zincirleme gelen ve bana ilham veren birkaç olayın neticesinde, başlatmaya karar verdiğim bir sosyal sorumluluk projesinden bahsedeceğim.
Aslında bilen bilir daha önce de başlattığım ve başımı belaya sokan sosyal sorumluluk projelerim oldu. Bir gün belki onlardan da bahsederim. Ama umarım bu sefer bir sorun / sekte yaşamam.
Uzun zamandır yapmayı düşündüğüm ama formatı bir türlü oturtamadığım bir proje bu. Yine bilen bilir ben bilginin paylaştıkça çoğaldığına inananlardanım.
20 yılı aşan profesyonel bilgisayar programcılığı kariyerimde iki tip insanla karşılaştım. Bilgiyi kendine saklayıp, ölümüne gizleyenler ve bu şekilde kendilerini vazgeçilmez kılanlar ve bildiklerini paylaşanlar, sürekli yeni bilgiler öğrenen, her zaman piyasadakilerden bir adım önde olmak için çaba sarfedenler ve sonucunda vazgeçilmez olanlar. Bugüne kadar birlikte çalıştığım herkese elimden geldiğince, gücüm yettiğince bildiklerimi aktarmaya çalıştım. Hiç bir bilgiyi gerçekten gizli değilse saklamadım. Hatta böylece sıfırdan öğrene öğrene programcı, webmaster, sistem yöneticisi gibi sıfatlarla mesleğe girmesine önayak olduğum arkadaşlarım oldu.
Kendi küçük çevremin dışına çıkıp daha fazla insana ulaşmaya çalıştım ancak bunda çok başarılı olamadım. Mesela bir ara “yazılımcılar kooperatifi” diye bir projem vardı. Bir dernek altında birleşip bir mekan tutmak ve işten arta kalan zamanlarda bir araya gelerek birbirimize bildiklerimizi aktarmak, yeni teknolojiler hakkında araştırmalar yapmak ve yeni başlayanlara piyasanın içinden insanlar olarak yol göstermek hatta cüzi rakamlarla kurslar düzenlemek vardı planlarımın arasında. Farklı çalışma grupları şeklinde organize olacaktık. Dernek maliyetlerini az miktardaki aidat ve dışarıdan alınacak projeler ile finanse edecektik. Projede yer alacak arkadaşlar katkıları oranında bir pay alacak geri kalanı da gelir olarak derneğe kalacaktı. Dernek de elde ettiği gelirle dışarıdan başka profesyonelleri konuşmacı, eğitimci olarak çağıracaktı. Daha çok detayı var ama her noktasını ince ince düşünüp planlamıştım. Bunu sanırım 2000 yılında o zamanki newsgroup ve chat odalarında duyurdum. İlk toplantıya 20-30 kişilik bir katılımcı grubu gelecekti. Fakat daha ta en başında kim başkan olacak tartışması çıktı. Proje benim olmasına rağmen ben böyle birşey talep etmemiştim ancak iş tartışmaya gitti, büyüdü büyüdü ve tahmin edeceğiniz gibi herşey daha başlamadan bitti.
Yıllar sonra bugün Manchester’da benzer 2 grubun üyesiyim. Benim projemin yarısını yapıyorlar burada. Ayda birer kere bir araya gelip yeni teknolojiler üzerinde konuşmalar yapıyor, Amerikadan, Avrupadan gelen davetlileri dinleyip farklı yaklaşımları inceliyoruz.
Neyse tekrar konumuza dönelim. Zamanında yeterince zaman ayırıp, bildiklerimi daha fazla paylaşamadığım bir arkadaşıma bir müddettir yeni teknolojilerin kilit noktalarını uzaktan kah bilgisayarına bağlanarak, kah canlı yüzyüze bağlantılarla aktarmaya çalışıyorum. Ancak bu hem aynı zamanı denk getirebilme zorluğu hem de yoğunluktan dolayı istediğim gibi ilerlemiyor. Arkadaşım da açılan makas yüzünden iş almakta zorlanıyor ve haliyle maddi sıkıntı içine düşüyordu.
Bu arada yazdığım başka bloglardan ve hatta bu bloğu okuyanlardan birkaç kişi bana ulaşıp, “nereden başlayacaklarını, neleri öğrenmeleri gerektiğini” soruyor. Her ne kadar üretken bir yapım olsa da, bu arkadaşlara bazen yeterli zamanı ayıramıyorum. Kendi araştırmalarım için de bana zaman lazım. Çok farklı konularda çok derin bilgi ve konsantrasyon isteyen onlarca konu ile ilgileniyorum. Öğrenmek isteyen herkese yetişmeyi gerçekten istiyorum ama yeterli önceliği onlara veremiyorum.
26 Mayıs’ta aşağıdaki tweeti gördüm.
Bu durum içimi acıttı. Evet birşeyler yapmalı ama ne?
Aslında bu gibi durumlardan ülkece çıkmak için Tayvan örneği muhteşemdir. (Bilmeyenler için uzun uzun bir başka yazıda anlatırım.) Ancak bizde bunu gerçekleştirebilecek bilinç ve yeterlilikte bir devlet zekası olduğunu düşünmüyorum.
Sonra 28 Mayıs’ta ramazan münasebeti ile tekrar okumaya başladığım Kuran’da birkaç ayet bana bir ilham verdi. Birisi şöyleydi.
Demek ki zorluğun yanında bir kolaylık var. Zorluğun yanında bir kolaylık kesinlikle var. O halde boş kalır kalmaz hemen yeni bir şeye başla ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt. (İnşirah 5-8)
Anlamı üzerinde düşünürken birden diğer konu ile birleşiverdi ve aklıma bir format geldi. Format o kadar önemliydi ki, bildiklerimi aktarmak için bulduğum bir sürü yolun üzerini sırf format yüzünden çizmiştim. Bizim insanımızı tanımadan başka yerlerde başarılı olmuş birşeyi aynen sunarak başarılı olunması imkansız.
Belli bir noktaya gelmiş uzmanlar bu kapsamın dışında elbet ama bizim insanımız şu özellikleri taşıyor.
Okumayı çok sevmiyor,
Yabancı dille arası çok iyi değil
Kitap okur gibi okunan derslerde konsantrasyonu koruyamıyor
Samimi bir yanı var
Direk sonuca gitmeyi seviyor.
Sonuca gidebilmek için akla hayale gelmeyecek yöntemler icat edebiliyor.
Kuralları pek sevmiyor.
Bu özellikleri bir araya getirerek ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı düşünmek zorundayız.
Bilgisayar sadece bugünün değil geleceğin de mesleği. Çok zor ve çok hızla değişen bir meslek evet. Ancak bir insanın da bir ülkenin de kurtuluşu bilgisayardan geçiyor bence. Hammadde gerektirmiyor. Dolayısıyla depolama ve lojistik dertleriniz de yok. Ofis veya lokasyon gerektirmiyor. Bir laptopu elinize alıp internete girdiğiniz her yerden çalışabiliyorsunuz. Dünyanın her yeri ile entegre olabiliyorsunuz.
Ancak bu mesleği yapabilmek için beyninizi yakacak kadar çok çalıştırmanız gerekiyor. Azimli ve inatçı olmanız gerekiyor. Temel kavramları ve yapıtaşlarını çok iyi bilmeniz gerekiyor. Hepsinden önemlisi nasıl araştırma yapacağınızı bilmeniz gerekiyor.
Ve sosyal sorumluluk projesini şöyle şekillendirdim kafamda. Bir site açacağım ve adı kolay bulunması kolay olacak mesela haydibaslayalim.com . Sitede konulara göre öğrenme sırasını takip eden bir yol haritası oluşturacağım ve konulara böleceğim. Elimden geldiğince hızlı bir şekilde Türkçe videolar çekerek konuları anlatacağım. Videoları kısa ve öze yönelik yapmaya çalışacağım. Her konunun ekinde varsa program dosyaları, sunum ve dokümanlar, internet linkleri bulunacak. Videolar ayrıca Youtube aracılığıyla yayınlanacak. Tamamı ücretsiz olacak. Belki site maliyetleri için bir tane küçük reklam alabilirim ama mümkün olduğunca maddi tarafı olmayacak bu işin. Videolarda bir sınıfa hitap eder gibi değil bir tek arkadaşıma anlatır gibi anlatacağım konuları. Hatta bir de ismi olacak o arkadaşın ama şimdi söylemem.
Amacım yolun başında olup da bilgisayar programcısı olmak isteyenlere bunun yolunu açmak. Nereden başlarım nasıl yaparım diye düşünenlere Türkçe bir kaynak vermek. Akademik veya sertifika amaçlı bir iş değil benim yapacağım. Kaybolmuş zeki gençlere ne yapabilirsem o. Umarım başarılı olur da birkaç gencin hayata umutla bakmasına sebep olabilirim.
Henüz sabrı öğrenmediğimiz, kolay parladığımız, yaşamayı el yordamıyla öğrendiğimiz fakat herşeyi çok iyi bildiğimize emin olduğumuz yaşlarda tanıdım onu. Üniversitesinde okuduğum mesleği yapmaya ve bu meslekte yükselmeye azimliydim. Müdürümün olaydan habersiz olması ve buna ilaveten yöneticilik vasıflarının da olmamasından dolayı toplantılarda çok sık parlama, patlama noktasına gelirdim. İşte tam bu zamanlarda O bir espiri yapardı, bir anda bütün sinirimi alıp götürürdü. Ondan öğrendiğim ilk şey “böyle ciddi anları tiye alabilmenin, yaşamayı mümkün kıldığı” olmalıydı herhalde.
Benden yaşça büyüktü ama kaç yaş büyüktü bilmiyorum. Hiç dikkat etmedim çünkü büyük olan nüfus cüzdanıydı. Kendisi tam da benimle yaşıttı.
Dertleri koskoca bir yumak olarak versen içindeki kıl kadar yerden bakıp gülünecek, tekrar yaşayabilecek kadar bile olsa pozitif enerjiyi o anda hücrelerine dolduracak bir sebep, bir olay bulurdu.
Hayatla ve uzun maltepesi ile çok barışıktı. Sigarayı kül tablasında bırakır bir işi halletmeye giderdi dönünce sigarasını bıraktığı yerde sönmüş olarak bulur, tekrar yakar iki fırt çeker başka bir işe bakmak üzere gene bırakırdı. Bizim sigaralarımızı bırakınca dibine kadar yanar biter kül olurdu ama adamın sigarası bile onun temposuna ayak uyduruyordu. (Bıraktık bıraktık.. içmiyoruz artık. Panik yok. Eskidendi bunlar, çok eskiden)
Şikayet ettiğini pek duymadım veya duyduğumun şikayet olduğunu hiç anlayamadım. Kariyer ve şehir değiştirip ondan ayrıldıktan bir müddet sonra o da öyle yaptı. Kısa bir aradan sonra farklı mesleklerde de olsak yine aynı şehirdeydik.
Hiç unutmam bir gün ansızın kapısını çalmıştım. Uyuyordu herhalde ki mahmur gözlerle açtı. “Haydi” dedim “Kalk giyin, gidiyoruz”. Kalktı giyindi, aşağı indik, arabaya bindik, yola koyulduk, 1 saat sonra falandı dayanamadım. “Lan sormayacak mısın nereye diye?” dedim. “Yoo” dedi. “Sen diyorsan, tamamdır.” “İşte” demiştim. “Arkadaş böyle olmalı”.
Çok gezdik onunla. Dağda, bayırda, İstiklal Caddesinde, kitap fuarlarında, sahaflarda, köylerde, ormanlarda, Old Trafford’larda, sahaflarda, istanbul barlarında. Gerçi gittiğimiz barda demli çay, ayran falan isterdi ama olsun.
Adını her duyduğumda, okuduğumda, hatırladığımda, yüzlerce hatıra canlanıveriyor ve mutlaka gülümsüyorum. Hangi birini anlatayım ki. Belki binlerce var.
Balkondan manzarayı gösterirken, heyecandan elinden fırlayıp 4 kat aşağı düşen akvaryum balığından mı başlasam. (Aslında akvaryumdaki diğer balıklara saldırdığı için sinirle balkondan fırlatmış ama öyle anlatmıyordu işte bize) Yoksa İtalyancadan başka dil konuşmayan 80lik teyzeye Meryem Anaya hangi minibüsle gidileceğini Türkçe tarif etmesinden mi başlasam. (Teyze akşam elinde Meryem ana kartpostalları ile gelip “Grazia … Grazia …” diye teşekkür etti valla)
Herkese lazım böyle en az bir dost.
Bugün facebook uyardı beni.. Doğum günüymüş. Dile kolay neredeyse 30 senelik bir dostluk olmuş. Umarım uzun uzun sağlıkla mutlulukla yaşar bu hayata renk katmaya devam edersin dostum. Doğum günün kutlu olsun Fatih.
Bir zamanlar kalorifer yoktu. Isınmanın emek istediği o yıllarda ya gaz sobanız olurdu, ya da odun kömür sobanız. Gaz sobası iyiydi, hoştu, kolay kullanılıyordu ama petrol bazen bulunmadığında sizi ortada bırakabiliyordu. Ayrıca bir çocuk için zor olan gazın konduğu depoyu havada dökmeden çevirerek sobanın arkasına yerleştirme işinden dolayı da pek sevmezdim gaz sobasını. Hiç eğlenceli değildi.
Oysa kömür sobası ile eğlenceli vakit geçirebilecek ne çok oyunumuz vardı. Üzerine mandalina kabuğu sıkarak cısss sesini dinler ve odanin mis gibi kokmasını sağlardık bir kere. Sonra çok kızgınken üzerine su damlattığınızda damlanın sobaya her değişinde zıplamasını dansa benzetir dakikalarca izlerdik.
Yok etmek istedikleriniz için de bire birdi. Üstündeki delikten içeri attın mı bitti gitti. Çamaşır da kurutulurdu üzerinde, yemek de pişerdi. Çay da demlenirdi, ekmek de kızartılırdı. Hele ki bütün ailenin birarada olduğu ve en az 3 tane günlük gazete, Gırgır ve Fırt ile desteklenmiş pazar sabahlarında, soğuk yatak odasında, ağır yorganın altında uyurken, burnunuza içeriden kızarmış ekmeğin kokusu geldiğindeki o mutluluk anını hiç unutamam. Anneanneli, dedeli, anneli, babalı, kardeşli güzel bir kahvaltı ve ardından sobanın etrafında geçirilecek mükemmel 2-3 saatin habercisiydi, o kızarmış ekmek kokusu.
Ama benim bugün anlatmak istediğim şey soba değil de kömürlük aslında. O zamanlarda her evin bir kömürlüğü olurdu. Zemin veya bodrum katında genellikle karanlık, üç – dört metrekare bir yerdi. Bazı oturduğumuz evlerde benim yatak odamdan büyük olanlara rastlamıştım gerçi. Genellikle bir duvarına birkaç raf çakardı eskiler. Evin içinde istemediklerinizi koyardınız o rafların olduğu tarafa. Kömürlük ne kadar temiz olursa olsun doğası itibarıyla tozlu bir yerdi ne de olsa. Yani koyduğunuz şeyi naylonlara sarar sarmalar tozlanmasın diye öyle koyardınız.
Bir müddet sonra o sarmalanmış şeyin içinde ne olduğunu unuturdunuz zaten. Unutmayacak olsanız neden gözünüzün önünden kaldırasınız ki. Sonra taa evi taşıyana kadar orada kalırdı o poşet dolmaları. Taşınırken de haddinden fazla tozlu bu yumağı peşinizden götürmez usulca çöpe atardınız.
Kömürlük çöpe atmaya kıyamadığınız ama artık size gerekmeyen ve görmek istemediğiniz her şeyin geçici istirahatgahıydı. Hatta bu işi abartınca kömür koymaya pek yer kalmazdı kömürlükte. Eğer ev kendinizinse kömürü koyacak yer bulunamadığından ikinci bir kömürlüğe ihtiyacınız olurdu beş – on yıl sonra. Taşınmadıkça atılamayan anılar dolardı önce raflara, sonra yerlere ve yerden tavana uzanan öbeklere.
Hiç unutmam bir yaz boyunca dedemlerde kalıp bir kese dolusu misket biriktirmiştim. O sene Almanyadan gelen karşı komşunun oğlunun da sayesinde hiç kimsede olmayan renklerde bir hazineye sahiptim. Sonbahar gelip de okullar açılacağı zaman dedemlere veda etmiş ve misketleri onlara bırakmıştım bir sonraki yaz için. Bütün bir kış, ara ara aklıma gelmişti hazinem ama güvenilir ellerde olduğundan emindim. Yazı beklerken renklerini hatırlamaya çalışırdım. Ne parlak, ne ilginç kombinasyonlardaydı hazinem. Yaz gelip de, gittiğimde sarılmanın ardından hemen sordum dedeme. “Merak etme” dedi “kömürlükte”. Ve bir daha hiç göremedim. çünkü neredeyse tüm kömürlüğü boşalttık ama bulamadık. Bermuda şeytan kömürlüğü yemişti hazinemi.
Garip bir toplamacı huyumuz var. En ilkel zamanlarımızdaki genlerden geliyor. Ayrılamıyoruz bazı şeylerden. Ne yapacağımızı da bilemiyoruz ama ayrılmak acı veriyor. Kaloriferli evlere geçince dolapların üstü, gömme dolabın dibi, hatta çoğunlukla küçük tuvaletin iptali ve içine raflar çakılması ile oluşan kendi yeni kömürlüklerimizi yaptık.
Bir hayatı ardımda bırakıp hiç bir kömürlüğü yanımda taşıyamadan başka bir ülkeye yerleşince anladım. Hiç bir şeyi biriktirmemek gerekiyormuş. Eğer gözünden uzağa koyuyorsan, en iyisi lazım olabilecek birine vermekmiş. çünkü bir şey kömürlüğe girerse bir daha çıkmıyor.
Çocuk yaşta öğrendim tavla oynamayı. Hem de bu oyunun harleminde. O zamanlar boş günlerimi geçirdiğim oto sanayi sitesinde. Dükkanımızın yanındaki pasajın gölgesinde akşamüstü, plastik pulları kırılmış ama ortadan bantlanmış tavlalarda oynanan ve birbirlerine ezeli rakip simaların peşrevleri ile şenlenen maçlarda öğrendim bu oyunu. Pulların hepsinin kırık olması bir tesadüf değildi. İyi gelen bir zarın ardından rakibin pulunu kırmanın bir ritüeli vardı. İşaret orta ve yüzük parmaklarının ucuna pulu yerleştirir, sonra elini olabildiğince yukarı kaldırır. Rakibin kırılacak puluna doğru hızla indirerek tavlaya ŞAKKKK diye vururdun. Neticede oyun terimi olarak rakibin pulunu kırarken, kelimenin tam anlamıyla da kendi pulunu kırardın. Tabi akabinde çırak dükkana yollanır ve bant getirilirdi hemen. Bu arada da rakip sözlü olarak klişelerle moralman çökertilirdi.
Buralarda tavla öğrendiysen otomatkiman jestlerle ve sözlerle rakip nasıl çökertilir bilirsin. 40 senedir benimle kim oynasa beni çok çok şanslı olarak nitelendirir. Ancak ben oynadığım oyunlarda birşeyin farkına vardım ve 40 senedir hiç bir zaman bilimsel olarak ispatlayamasam da maçlarımda bunu kullandım.
Benimle oynayan herkes bilir ki ben asla zar tutmam ve asla hile yapmam. Ve attığım zar her zaman topaç gibi döner. Kritik oyunlarda 10-15 saniye zarın durmasını beklediğim olmuştur. Zarı atmadan önce avucumda sallar sallar ve parmaklarımın ucunda zarı tutarım. İşte o anda gelmesini istediğim zarı söyler ve garip bir şekilde parmaklarımın ucunda bunu hissederim. Açıklaması oldukça zor bir durum. Eğer bu his oluştuysa gelen zar, her zaman istediğim zar olur. Hatta bunu rakibimin üzerinde de dener onun atmaması gereken zarı o atmadan önce söylerim. Sanırım son zar bükücüyüm ben 🙂
Oyunu ne kadar iyi bildiğimi konuşmayacağım ancak bu konuda iki şeyi çok iyi biliyorum. İstediğim zarı ağzımla söylediğimde ilk olarak o zarın gelmesini istediğimi zara söylüyorum, ikinci olarak da zar gelirse rakibimin ciddi bir moral bozukluğu yaşadığını görüyorum. Morali bozulmuş bir rakip maçı zaten kaybetmiştir. İmkanı yok yenemez.
Bu his bazen başka konularda da oluşuyor. Birşeyin olmasını çok istediğimde olması yönünde etki yaptığını görebiliyorum. Ancak bunu nasıl yaptığımı veya yapıp yapmadığımı kelimelerle anlatmam imkansız.
Bazen o kadar çok isterim ki, başka şeylerin önemi olmaz. Hatta, istediğim şeyin olmaması durumunda ne yaparım diye alternatif plan da yapmam. Kısaca nadir B planımın olmadığı hallerdir bunlar.
Belki de B planı yaptığımız için A planlarımız başarısız oluyor. C Planı yaptığımızdan B planı çöküyor. En doğrusu bir karar vermek ve o karara büyük bir inançla ve kararlılıkla sahip çıkmak sanırım. Hiç alternatif üretmeden ve kendimize ve Yaradana güvenip üstüne gitmek.
Şimdi düşünüyorum da ne zaman alternatifini çok düşünmesem ilk gittiğim yol hep başarılı oldu aslında. Belki de ancak o zaman hayata dair attığım zarlara ne gelmesi gerektiğini söyledim. Parmaklarının ucuna kadar hayatı hissettiğinde, çok istediklerin, vücudunu terkedip olayların akışına siniyor sanki.
B Planı:
Yokluğu; adanmışlığa, inanca, güvene, bazen aptallığa, bazen ince hesaplara, bazen vurdumduymazlığa işarettir. Varlığı stratejiye, sağlamcılığa, şüpheciliğe, sorumluluk bilincine.
Olmalı mı ? Bugüne kadar D planına kadar olmadan olmazı savunurdum ve bir yazı okuyunca fikrim değişti. Aslında birkaç hafta önceki başka bir yazıda da bu fikir değişikliği oluşmaya başlamıştı.
Bir sapanımın olmasını ilk istediğimde, her yürüdüğüm yerde ağaçlara bakardım. Sapan yapmaya müsait bir dal bulmak gerekiyordu. “Y” şeklinde bir dal bulunacaktı, kısa uçlarının eşit kalınlıkta olması gerekiyordu. Bir de bunun üzerine iki kısa uç arasında daha da kısa tek bir uç olursa süper sapan çatalı olacaktı.
Bulabilmek kolay değildi, her ağaç olmaz bir kere, ağacın sertliği sapan yapmaya müsait olmalı, sağlam olmalı, dal kalınlığı doğru olmalı, budağı olmamalı ve de en önemlisi gördüğün anda kırıp eve götürebileceğin yükseklikte olmalıydı.
Gözlerim ağaçlarda öyle çok dolandım ki sonunda aradığım dalı buldum. Koparıp eve götürdüm. Önce kabuğunu soydum, kıl testere ile doğru boyda kestim. Bir ateş yakıp kavladım, mükemmel bir sapan çatalı yaptım. Sonra serum lastiği ve meşinden gerisini yapıp sapanımı bitirdim. Büyüteçle güneşte yakarak adımı da yazdım.
Uzun zamandır istediğim sapana sahip olmanın verdiği mutluluka arka cebime sokup mahalledeki arkadaşlarla buluşmaya gittim. Sapanı olanlar grubuna dahildim artık.
Hemen civardaki bir tarlaya gittik sapanları çıkarıp zar zor bulduğumuz bir kuşa nişan alıp fırlattık. Birimiz vurdu. Ama kimin vurduğunu tespit etmek imkansızdı. Kuşu görene kadar “ben vurdum”, “hayır ben vurdum” diye laf yarıştırıyorduk. O dönemler hatırlarsanız tartışmayı en yüksek sesle bağıran kazanırdı.
Kuşu görünce havamız kaçtı aslında. Eee vurduk da ne olacaktı ki şimdi ? Önce bağırışmalar bitti, sonra sapanlar ceplere sokuldu. Neyse ki küçük cılız kollarımızla çektiğimiz sapan lastikleri sadece bayıltmıştı.
O yaza kadar en çok istediğim şey olan sapan bir müddet daha arka cebimde lastiği sapına dolanmış olarak gezdi. Pek kullanmadım. Zaten “kimin sapanı daha uzağa taş atacak?” yarışından başka kimse kullanmaya iştahlı da değildi.
Okullar açıldı, sapanı kömürlükte bir yere koydum ve bir daha da görmedim.
Ne de çok istemiştim o zamanlar, rüyalarıma girecek kadar önemliydi sapanımın olması. Ama sadece bir ay kadar sürdü sapanla olan maceram. Bir daha da sapanım olmadı. Çok istediğim ve sahip oluncaya kadar sapmantıya dönüşen onlarca başka şey gibi sahip olunca yavaş yavaş geçti gitti hevesim.
Sadece şimdi yürürken “Y” şeklinde dal görünce “Bundan ne güzel sapan olur” diye düşünüyorum ama o da daldaki kuşu görünce geçiyor.
Çok ilginç bir adamdı Sencer Derya. Bilenler çok iyi bilir kim olduğunu bilmeyenler için ise sadece şiirsel bir isimdir.
1994 senesinde Kuşadası’nda yaşıyordum. Yaz bitip de el ayak çekilince, gececi olarak çalıştığım otelde işe geldikten sonra 10-15 dakikada işlerimi bitirir olmuştum. Sonrasında saat dolduruyordum sabaha kadar. Sabah olunca da, bu sefer akşama kadar boştum. O dönem çok kitap okudum, civardaki tüm dağ, taş, kanyon, tepe, köy ne var ne yok gezdim ama yine de boş zaman kalıyordu. Düşünecek çok zamanım vardı. Kendimi, varoluşumu hemen her şeyi sorguluyordum. O dönem birlikte olduğum kimse de olmayınca iyice kendime dönmüştüm. Neredeyse tek konuştuğum, tartıştığım, sohbet ettiğim kişi ise geceleri birlikte çalıştığım Semih’ti.
Kitapçıları, kasetçileri gezerken zaman kısıtlaması veya bekleyen olmadığı için, uzun uzun bakardım, incelerdim herşeyi. O dönem elime geçen Neyname diye bir kaset vardı. Nereden bulduysam kaseti kaybettikten sonra aramadığım yer kalmadı bulamadım bir daha. Ney sesi o kadar etkileyiciydi ki hiç bir zaman müziğe yeteneğim olmadığı halde o sesi kendim çıkarmak istedim. Bunda belki de biraz o zamanki mizah dergilerinden birinde bulunan “Gönül Adamı” adlı şerit ve o seritteki kahramanın elinde sürekli ney olması da etkilemiş olabilir.
Sonra başladım Ney aramaya. Aklıma İstanbul’da Karaköy’deki enstruman satan pasajlar gelince babamı aramıştım belki bulabilir diye. Hiç unutmam Perşembe akşamı sordum Cuma akşamı babam arayıp asıl iyi neylerin Ödemiş’te satıldığı ancak geç olduğu için isim veya adres alamadığını Pazartesi öğreneceğini söyledi.
O gece çalışırken Pazartesiye kadar sabredemeyeceğimizi anladık ve sabah saat yedide mesai biter bitmez direk arabayla Ödemiş’e gittik. Gitmek sorun değil de, nasıl bir kafaysa sanki Ödemiş 2 ev 3 dükkanmış gibi, ismini bilmediğimiz birini aramaya gittik.
Ödemiş’e girince birden bu gerçekle yüzleştik. Ana caddenin üzerinde yavaş yavaş arabayla giderken, bir berduş gördük. Yanaşıp “buralarda ney satan kimse var mı?” diye sorduk. Adam “Dün, paralel sokakta birisi sırtında kamışlarla aşağı doğru yürüyen birini gördüm” dedi. Hemen o sokağa girdik ve bu sefer o sokakta yavaş yavaş ilerlemeye başladık. İçinde kanarya kafesi olan eski tarz bir berber dükkanı gördük ve inip ona sorduk. Adam direk dükkan ismi ve pasaj ismi vererek bizi bir züccaciye dükkanına yönlendirdi.
Züccaciye dükkanı ! Vitrindeki çay bardaklarının arasından Ney’e dair bir kanıt ararken galiba bir yaylı tambur gördüydüm. Neyse içeri girdik ve “Sizde ney var mı?” diye bodoslama daldık lafa. O eski tarz çelik üstü parlak kontraplaktan ofis masasının arkasındaki otuzlu yaşlardaki adam çok sakindi. “Geçin oturun çay içer miyiz ?” dedi. Oturduk, çaylar geldi, “Nasıl buldunuz burayı ?” diye sorarak konuşmaya başladı. Anlattık büyük bir ilgiyle dinledi ancak çaylar bitmiş olmasına rağmen hala dükkanda Ney satılıp satılmadığını bilmiyorduk.
Sonunda geceden beri uykusuz olmanın verdiği sabırsızlıkla sordum. Adam aynı sakinlikle devam etti. “Babam ney yapar satar. Burayı bulmanız ilginç çünkü dükkanı daha yeni taşıdık. Buraya çok az insan biliyor onun için şaşırdım” dedi. “Bekleyin babam yoldadır gelir birazdan” dedi.
Gerçekten beş dakika geçmeden, dükkanın dışarıya doğru olan kapısının önüne bisikletle biri yanaştı. Kafasında filmlerde fransız ressamlarının taktığı armut sağlı kasketlerden vardı. Ceketi ve bisikletiyle bir film karesinden fırlamış gibiydi. İşte Sencer Derya’yı ilk gördüğüm an oydu.
İçeri girdi. Oğlu kısaca özetledi durumu. Biraz da onunla sohbetten sonra dükkanın bodrum katından büyük bir çöp poşeti içinde neyler ortaya çıktı. O gün oradan paramız da fazla yetişmediğinden biri biraz yamuk iki ney alıp çıktık. Ses çıkarmayı başarınca gelin dedi arkamızdan.
Sonrasında aşağı yukarı 6 ay bir rüya gibi geçti. Her fırsatta da Ödemiş’e gidip Sencer Derya’dan ders almaya çalıştık. Semih ile çıktığımız bu yolda çok çok ilginç olaylar yaşadık, çok çok ilginç insanlarla tanıştık. Semih hızla ilerlerken ben hala nota ve işin matematiği ile uğraşmaktaydım. İtiraf ediyorum ben pek başarılı olamadım.
Bu arada Mevlevilik üzerine adap ve erkan kitapları bitirmiş, Mesnevi’yi okumaya başlamıştım. Bir gece yine otelde çalışırken Tarikatlerden ve günümüzde bu tarz bir yaşamın ne kadar zor olduğundan bahsederken uzun uzun doğruya ulaşmanın yolu nedir diye tartışmıştık. Tarikat zaten yol demek bunu biliyorduk ama bunun uygulaması hakkında sorular oluşmaya başlamıştı. Ertesi sabah Ödemiş’e gidecektik bir hafta öncesinden planlanmıştı ve Sencer Derya da bekliyordu.
Sabah züccaciyeye biz daha erken vardık. Yine oğluyla (ismini unuttum okuyorsa özür dilerim) çay içerken Sencer Derya içeri girdi. Merhabalaştıktan hemen sonra direk konuşmaya başladı. “Buradan İstanbul’a bir çok yoldan gidilir, karadan arabayla gidersin, İzmir’den uçakla veya gemiyle gidersin yani yollar tükenmez ancak hangi yoldan gidersen git İstanbul’a varırsın. Mühim olan yol değil varacağın yerdir.” Tüylerim diken diken olmuştu. Nereden anlamıştı acaba bizim kafamızdakini.
Sonradan yine Sencer Derya,nın bizi tanıştırdığı Kuşadası’nda antika dükkanı olan Zaki baba bir keresinde bahsetmişti. “O değişik biridir habersiz gider sofrada tabağımı konmuş bulurdum” diye.
Yaz geldiğinde Ödemiş sıcak olmaya başlamıştı. Gölcük yaylasına çıkar olmuştuk. Bir gün bir kır kahvesinde yere bir yaygı koyup güzel bir esinti eşliğinde göle karşı çayımızı içip sohbet ediyorduk ki, tarladan birisi çıkıp geldi. Ektiği fasulyeleri sulamış, paçaları sıvalı ve dizine kadar çamur içindeydi. Sohbeti böldüğü için biraz kızmıştım. Zaten yeterince çok görüşemiyorduk bir de şimdi şu güzel ortam bölünmüştü. Kimbilir ne kadar gereksiz bir konu konuşacak derken sohbet birden bütün fikirlerimi ters yüz etti. Sencer Derya ona, normalde patatesi ile meşhur bu yaylada neden fasulye ektiğini sorunca adam ziraatçilerle görüştüğünü patatesin topraktan aldığı azotu fasulye ekerek toprağa geri kazandırdığını böylece sonradan ekeceği patateslerin daha lezzetli olacağını söyledi. Doğrulup dikkat kesildim. Ben cahil bir köylü beklerken azottan bahseden birisi haliyle dikkatimi çekmişti. Sonraki konu daha da ilginçti, birden musikiden bahis açıldı ve köylü İzmirden geçen hafta geldiğini ve cemiyette ve koroda herşeyin yolunda olduğunu anlattı. Sonradan anlaşıldı ki o köylü TRT İzmir Radyosunda solistmiş. O gün görünüşün ne kadar aldatıcı olabileceğine dair harika bir ders aldım.
İstanbul’a taşınana kadar Sencer Derya ile her fırsatta görüşmeye çalıştık, evine misafir olup Neyzen Teyfik’e ait eski bir Ney’e üflemek bile nasip oldu. O dönem yaşanan herşey sanki bir Reşat Nuri romanıydı.
Sonrasında Sencer Derya’nın tavsiye ettiği kitapları sahaflarda arayıp bularak konuları daha derinlemesine inceleme fırsatım oldu. Kitapları bulmak çok da kolay olmadı itiraf ediyorum. Fi-Hi Mafih ve Füsus-ül Hikem beni en çok zorlayan iki kitap oldu.
Bu dönemin benim hayatımda tasavvufun ne olduğunu anlamamda büyük etkisi vardır. O yüzden bugün neyin nereye kadar doğru olduğunu görebiliyorum.
Bu varoluş arayışı bugüne kadar sürdü. O günlerde onları anlamasaydım bugün işin aslının o olduğunu sanmam kaçınılmazdı. O günlerimde arayış yolculuğuma katılan Semih, Sencer, Zaki, çiftçi ve Kemancı (Başka bir hikayede bahsederim ondan da) hepsi benim için çok değerlidir.
2000 yılıydı sanırım. Araba ile büyük bir Türkiye turu atıyorduk. Karadenize geldiğim anda bir farklılık sezmiştik. Yol sorma gafletinde bulunduğumuz anda bu girdabın içine girmiş olduk. Uzungöl’e nasıl gideceğimizi sorduğum çiçekci oldukça detaylı bir tarif verdi. Fakat kilometrelerce yol gittikten sonra aslında tarif ettiği yerin Zigana yaylası olduğunu anladık. Anlamak da aslında pek işe yaramadı.”O kadar yol geldik bari burada kalalım” dedik fakat bu sefer de Zigana yaylasına ulaşamadık. Okun nereyi gösterdiğini anlamak için arabadan inip önüne giderek dibinden bakmam gerekti.
Tabelayı öyle bir yere koymuşlardı ki önünden geçip geçip doğru yola ulaşamıyordunuz. Anayoldan gelirken sola dik bir yokuşla aşağıya doğru bir yol vardı. Dolayısıyla ana yoldan göz hizasında yolun varlığı imkanı yok sezilmiyordu. Tabelayı da yolun daha da soluna koydukları için ilk büyük ok sanki anayolu takip etmemizi ister gibiydi. Halbuki aşağı inen yolun sağına koysalar hiç kargaşaya mahal vermeyeceklerdi ama neyse.
Karadeniz bölge sınırına girildiği andan itibaren, bütün otellerde çeşmelerde, maviden sıcak, kırmızıdan soğuk akması da ilginçti. Buna, o bölgede usta çırak ilişkisi ile yetişen sıhhi tesisatçıların, nesiller önce ilk ustanın renk kodlarını ters öğrenmesi ve ilk çırağına yanlış öğretmesinin sebep olduğunu düşünmüştüm. Hala da daha mantıklı bir açıklama bulamadım.
Yaylada karşılaştığımız yaşlı çiftle sohbet de beyin donduran türdendi. Nerdensiniz dediklerinde “İstanbul” dedim ve saniyesinde amca “bizim yeğen var orada… Kamil bildin mi ?” diye klişeyi oturttu. Teyze ise gördü ve yükseltti. “Biraz önce Turistlerle karşılaştık gördünüz mü?” dedi. “Yok teyzeciğim karşılaşmadık” dedik. “Baya bir konuştuk çok iyi insanlardı” dediğinde, kafamdan geçen lisan problemini sorsam mı sormasam mı diye düşünürken teyze ters köşeye yatırdı beni “Kıbrıslılarmış, görsen ne güzel Türkçe konuşuyorlar aferim onlara” dedi.
Yayla dönüşü o yol sorduğum çiçekçiyi buldum. Üşenmedim gittim, “Abi sen bizi yanlış yaylaya göndermişsin Tarif ettiğin yer Uzungöl değil Zigana’ymış” dedim. Soğukkanlı bir şekilde şivesinin hakkını vererek “bileyrum” dedi. İçimde bir kızgınlık büyümeye başlamıştı ki, devam etti “Uzungölün yolu bozuk diye size Zigana’yı tarif ettim“.
İnsan cidden kilitlenip kalıyor böyle bir durumda.
O bölgedeki bir başka anı da sanırım Çarşamba taraflarında, deniz kenarında bir balık restoranında yemek yerken yaşadığım bir olaydı. Dışarıda gök yarılmışçasına deli bir yağmur yağıyordu. Biz de camekan bir bölümde yemek yiyorduk. Camekana çarpan damlaların sesi konuşulanları bile anlamaya izin vermez boyuttaydı. Garson mutfağa doğru seslendi “Ula Cemal Yağmur yağıyor” mutfaktan cevap geldi “Nerden anladin oni?”
Fıkralardaki karadenizliler ihtiyaç fazlası. Orjinalleri daha süper. Bir ara size içinde lazlarla beraber rol aldığım fıkraları anlatırım, anlarsınız.
Şimdi artık gitmeye çekiniyorum. O bıraktığım yeşili, muhteşem doğayı bulamamaktan korkuyorum. Sumela manastırı bile 1989 da gittiğimde virane ama muhteşem bir yerdi 2000 de gittiğimde ytonglardan “restore !” edilmiş saçma sapan bir yapıydı.
Turizm Pazarlaması dersinde Fikri hoca bahsetmişti bu konudan. “Nedir Turizm?” diye sorduğunda o dönem turizm eğitimimde 6. seneyi doldurmuş biri olarak aşağı yukarı 20 ayrı tanım yapabilecek durumdaydim ama hiç bir tanımım Fikri hocanın bu tanımıyla boy ölçüşemezdi. “Turizm anı kolleksiyonudur“.
Sonra tanımın çapını büyüttüm ve “Hayat” da bu tanımın karşılığı haline geldi. “Nedir hayat ?” sorusunun güzel cevabı “Anı Kolleksiyonu” değil mi ?
Ne yapıyoruz ki başka? Düne baktığınızda ne var elinizde anılardan başka ? O binbir emekle, zorluklarla yaşadığımız her an kolleksiyonda yerini alıyor. Bazen de kolleksiyonu biriktirdiğimiz defter çok da büyük olmadığından, eskilerden birkaç yaprağı silip yerine başkalarını koyuyoruz.
Yaşadığımız her an ancak o saniye için değerli. Geçmişte kaldığı anda kolleksiyona tabi oluveriyor. Geçen yaz gittiğiniz tatil ne kadar canlı hayallerde ? ondan önceki ? ya ondan önceki ? bir tane daha sorarsam tıkanacaksınız değil mi “ne yapmıştık 4 yaz önce ?”
Ben bu gerçekle yüzleştiğimden beri her tatili farklı yerde yapmaya çalıştım. En azından “10 senedir aynı yere giderim” deyip aynı anıdan 10 tane biriktirmedim.
Biriktiriyoruz biriktiriyoruz ve çıkışta defteri baştan sona tarayıp kısa bir özet geçiliyor, sonra da koltuğumuzun altına sıkıştırıp gidiyoruz buralardan. Geriye başkalarının defterlerinde kolleksiyon olmak kalıyor bir tek.
Kimsenin defterinde kötü birer kolleksiyon olmak istemem. Benim sayfama gelindiğinde insanların yüzünde oluşacak küçük bir gülümseme bile yeterli.
Ortaokula gidiyordum o zamanlar. Oturduğumuz apartmanda giriş katında bir aile otururdu. Otuzlu yaşlarındaki kızları için bütün mahalle “yazııık üniversitedeyken olaylara karışmış polis kafasına copla vurunca da delirmiş” derdi. Bir kere öyle öğrenince ne konuştuğunun ne anlattığının da bir önemi kalmamıştı bizim için. Zaten daha fikir üretemeyen beyinler olarak bize söylenen fikre sülük gibi sarılmaktan başkasını da öğrenmemiştik eğitim hayatımızda.
Arada sırada güneşli havalarda görürdük onu. apartmanın girişindeki banka otururdu annesiyle. Bazen birşeyler mırıldanırdı. Zar zor anlaşılırdı ne dediği bazen de bunları bağırarak gür sesiyle söyler, kendisini anlayamayan insanlara bakarak kızar ve kızgınlıkla sesi daha yükselerek tekrarlardı. En sonunda acıma ve kızgınlık arası bir ifadeyle “Sen gerçek misin ? Bu olanları gerçek mi sanıyorsun ? Hiç birimiz gerçek değiliz, hiç birşey gerçek değil” der ve içeri girerdi. Arkasından da komşular “yazııık gene kriz geldi herhalde” der, bezelye ayıklamaya ve dantel örnekleri vermeye kaldıkları yerden devam ederlerdi.
Yıllar sonra bile o kızın dedikleri aklımdan çıkmadı hiç. Bir gün Borges’in Kelebeğin Rüyası’nda karşımdaydı, bir gün Matrix’te. Bazen tasavvufta gördüm o kızı bazen felsefede. Hep dönüp gerçek miyiz diyordu okuduklarımın içinden. Sonra sonra acaba o herşeyin farkındaydı da biz mi deliydik, anlamıyoruz diye bize kızdığı kadar var mıydı diye düşündüm. Hala da cevaptan emin değilim.
Sahi biz gerçek miyiz? Birisinin rüyası olmadığımıza emin miyiz? Kendi rüyamızı yaşamadığımızdan emin miyiz? Ya biz düşmekte olan bir su damlasındaki atomları galaksi sanıyorsak ve bir elektronun üzerindeki yaşam formuysak !… Ya o milyarlarca yıl kısacık bir ansa !…
Birşeyin gerçek olduğuna nasıl karar veriyoruz? Masumca atlamayın hemen elleriz, koklarız, görürüz, duyarız, tadarız diye. Bunların hepsi birer elektrik sinyali. Senin beynin aldığı sinyalleri ard arda yerleştirip sana dokunduğunu söylüyor sadece. Tıpkı kolu kesilen birinin parmaklarını hala hissetmesi gibi de olabilir hayat. Beynimiz olduğunu söylüyor diye inanacak mıyız bu yalancıya. Tekrar soruyorum; Emin miyiz gerçek olduğumuzdan ? Belki de ben şu anda akşam güneşi altında komşuların yüzüne bakarak hırçınca bağıran o kızım ve öğlen uykusundaki rüyamda internet diye bir şeyde yazı yazıyorum. birazdan uyanıp ayıkladıkları bezelyenin kabını yana çekip aralarına oturacağım.