Kim Kimden

Dünyanın evrilmesi esnasında bir konu evrilmeye direnç göstermiş hatta tersine geri gitmiş. Gruplaşmalar… Öyle hassas bir dengede duruyor ki bir adım ötesi de bir adım gerisi de mükemmel. Ancak olabilecek en kötü noktada kalmayı downloadbaşarabilen bir konu bu.

Hiç gruplaşma olmasa otomatikman kavga, sınır, çatışma bitecek, gruplaşma büyüyüp herkesi içine alsa çatışacak grup kalmadığı için yine çatışma ve sınır bitecek. Ama yok illa muhtelif gruplar olacak ve biribiriyle çatışacak ki huzur bulamayalım.

“Sen bizdensin !”, “Ben sizdenim !”, “O bizden değil !”, “Biz kimiz?”

Pekı o zaman “Ben kimdenim?”

ihtiyaclar-hiyerarsisi-piramitKimden olduğunu seçmeden de bir gruba dahil oluyorsun. Sonra bilinçli olarak seçerek de dahil oluyorsun. Sürü içinde yaşamak fıtratımızda var. Maslow ihtiyaç hiyerarşisinde* üçüncü sırada sayar bir gruba ait olmayı. Öyle bir içgüdü ki dayanamıyoruz, karşı koyamıyoruz.

Bir futbol takımı, siyasi parti, ideoloji, din, mezhep, ırk, ülke, mahalle, meslek grubu, arkadaş grubu farketmiyor. Mutlaka bir grubun içinde kabul edilmiş olarak, o gruba ait olarak yaşama dürtümüz var.

Bir gruba da girdik mi, dışlanmamak veya grup içinde saygın bir pozisyon elde etmek için yapmayacağımız şey kalmıyor.

Durup sakince düşününce son derece saçma gelebilen bir konu grup tarafından önünüme konduğunda deliler gibi savunuyoruz. En okumuş, aklı başında insanlarda bile gözlemledim bunu. Grubun dışındayken eleştirel yaklaşırken, gruba dahil olunca ölesiye haklı bulan insanlar gördüm. Özellikle siyasi parti söz konusu olunca hele vaziyet çok daha kötü.

Bu davranışı bilen bir grup lideri grupları birarada tutmak için ya ortak bir hedef ya ortak bir düşman belirlemek zorundadır. Böylece grup dağılmadan başarıya veya liderin akıl sağlığına göre cinnete birlikte koşabilir.

Buna çok güzel iki örnek var tarihte:

Mustafa Kemal, ortak bir düşman yerine ortak bir hedef belirledi. Yükselmek, ileri gitmek ve modern devletler seviyesine çıkmak. Ortak bir düşman da negatif bir yükleme ile aynı etkiyi sağlar aslında. Amerika yıllarca kominizmi dolayısıyla da Rusya’yı senelerce ortak düşman olarak göstererek ülkeyi başarıyla yönetti.

Bazen düşman yenilir. O zaman yeni bir düşman bulmanız gerekir. Tıpkı El-Kaide, Saddam, Esad veya ISID ya da DEAŞ gibi..

HiRes_0Madem ki gruplara dahil olmadan yaşayamıyoruz; o halde belki içinde bulunduğumuz grubu bu şekilde analiz edersek, grubumuza bundan sonra farklı bir gözle bakabilir, hatta belki de eleştirebiliriz.

Bir grup size bundan 100 belki 1000 yıl önce olmuş bir olayı gösteriyorsa ve karşınızdaki grubun düşman olduğunu söylüyorsa, düşmanınız hiç bitmiyorsa, hatta bütün dünya size karşıysa, tam herşey yolundayken birden ortalık karışıyor ve savaşmanın eşiğinde geziliyorsa bulunduğunuz grup sizi kullanıyor demektir.

Bu grup dini bir grupsa eğer elinizdeki dini kaynakları sorgulamanız doğru bulunmuyorsa, sürekli bir dini liderin söylediklerinden bahsediliyor ama işin özüne inmeniz istenmiyorsa; “Siz anlayamazsınız ben anlar size anlatırım” diyen adamın sizden daha zeki olmadığı gün gibi meydandaysa bu grup sizi kullanıyor demektir.

Ait olduğunuz mezhep, dinin en doğru  halinin kendi söyledikleri gibi olduğunu, diğer mezheplerin zamanla olayları çarpıttığını söylüyorsa kullanılıyorsunuz demektir. (Diğer mezhep de kendi taraftarlarına bunları söylüyordur)

Başarısız olan futbol takımınız; “federasyon ve hakemlerin zaten hep diğer takımları desteklediğini” söylüyor ve onları bir çeşit düşman olarak gösteriyorsa, kullanılıyorsunuz demektir.

Bugün bir durup düşünün, ait olduğunuz gruplar ne kadar doğru ? Ne konuşuyorlar ? Acaba söyledikleri şeyler ne kadar gerçek ? Başka gerçekler olabilir mi ?

Bunlara baktığınızda kullanılmadığınız yönünde bir fikriniz oluşursa ne ala. Demek ki kullanılmaktan aslında hoşlanıyorsunuz veya kendinizi grubun dışına itilmiş olarak görmekten ölesiye korkuyorsunuz demektir.

Gelin mantık ve düşünce etrafında gruplaşalım ve bu “cehalet ve kullanılma” kalıbına karşı savaşalım.. 

 

Yok yok sadece ironi yaptım. Kimseyle savaşacak halim yok benim.


 

* Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.

  1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)
  2. Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği)
  3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık)
  4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
  5. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)

 

 

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Zarf mı Mazruf mu ?

Üniversite yıllarımızda ev arkadaşımla beyin jimnastiği yapardık bol bol. Düşündüğümüz konulardan biri de “eğer herkes birbirinin aklını okuyabilseydi dünya nasıl olurdu?” idi. Şu andaki halimizde birdenbire böyle birşeyin olması dünyanın sonu demek o kesin ama en baştan beri böyle olagelseydi bence dünya çok daha güzel bir yer olurdu.

Önce, bilmeyenler için bir açıklama: “Mazruf“, zarfın içindeki demektir.
Copy of PEAK COLOURED-8Gelelim meşhuuur zarf mı önemlidir mazruf mu tartışmasına. İşin özü mü önemli nasıl yaldızlayıp sattığınız mı? Dış görünüş mü önemli iç güzelliği mi? Yapılan işin faydası mı önemli, nasıl pazarlandığı mı? Kılınan namazın ritüeli mi önemli içeriği mi? Bindiğiniz arabanın markası mı önemli, sizi amaca yönelik taşıması mı ?

Eğer iş karşı cinsi etkileme ise zarf doğal olarak önemli. Bırakın insanları hayvanlar bile zarflarını süslüyorlar bu konuda. Bunu zaten yadırgamıyorum.

Eğer söz konusu işin ise zarfın önemliliği su götürmez. Sen dünyanın en iyi adamı olsan alıcın yoksa açsın. Dolayısıyla en azından satışı tamamlayana kadar zarfını süslü tutmak zorundasın.

Kısaca zarf önemli. Yapılan her işte, iş lafa gelince mazruf önemli deriz ki bunu dememiz de zarftır. Fakat bir noktadan sonra çoğumuz için kantarın topuzu kaçar ve madem zarf önemli, mazrufla uğraşmanın manası yok sadece zarfla işimi görürüm noktasına kayabiliriz.

Haydi birbirimizi kandırırken anlarım ama ibadette bile mazruf önemli değilse artık kronikleşmiş bir hastalık söz konusu değil mi?

Eğer senin içini, dışını, aklındakini, gizlini, saklını bilen bir varlığa bile samimi değilsen ve yaptığın ibadeti insanalara gösteriş için yapıyorsan durum gerçekten vahim.

letter-opener-butterfly

İnsanlığın daha iyi bir noktaya gelebilmesi için hepimize düşen iki görev var.

Önce mazruflarımızı düzelteceğiz sonra da önümüze gelen zarfları açacağız.

Hem kendin düzgün bir adam olacaksın hem karşındakinin süslerini ayıklayıp içinde iyi bir adam var mı diye bakacaksın.

Yoksa ömür boyu bir sürü okunmadık mektubumuz olacak benden uyarması.

 

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Betonarme Fikirler

Her ne olursa olsun bir fikre beton sağlamlığında tutunmak kadar tehlikelisi yok. Hiçbirşeyin doğruluğu mutlak değil. Hatta doğruluğun mutlak olmadığı bile mutlak bir doğru değil.

Hani dünya düzdü? Yuvarlak dedi diye adamı öldüren insanlar sadece doğru da olsa yeni bir fikre karşı savaşıyorlardı. Sevmiyor insanoğlu yeni fikirleri. Eskisine sıkı sıkıya tutunmak daha çok hoşuna gidiyor. Acaba neden ?

ThinkerBence düşünmeyi sevmiyor insanlar. Her ne kadar bu bize verilmiş bir ödülse de ölesiye kaçıyoruz bu ödülden. Ha tabi düşünmek düşünen için ödül, düşünmeyi sevmeyene ceza bile sayılabilir.

Bir bakar mısınız etrafa. ne çok övünür değil mi insanlar inandıkları dinle. Ölesiye savunur hatta ölür, öldürürler bu uğurda.  Aslanlar gibi tartışır, bir sürü fikir ileri sürer, bir sürü fikre inanırlar. Sizce kaç tanesi o ölesiye inandıkları dinin tek kitabını okumuştur ve anlamıştır?

Öleceksin ama ne uğruna öldüğünü bile okumayacaksın. Ne acayip bir organizma şu insanoğlu. Bundaki tezatı bile görmüyorlar. Sağdan soldan duydukları yetiyor. Hiç merak etmiyorlar. Hatta duydukları arasında açık çelişki olduğunu biliyor ama çelişkili cümleyi söyleyen “Evet çelişkili ama düşünme bunu.. Günah… Böyle kabul edeceksin” diyor ve “Haa tamam öyleyse” deyip kabul ediyorlar.

Bir yerde bir acayiplik var.

Yok mu ?

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Kartal Yavrusu

Bilir misiniz eski bir hikaye vardır.

Bir zamanlar bir kartalın yuvasındaki bir yumurta rüzgarla yuvadan düşüp, bir şekilde kırılmadan bir kümesin içine sürüklenir. Tavuklar da bir şekilde yadırgamadıkları bu yumurtayı kendilerinin sanarlar. Kuluçka zamanı bitip de yumurtalar kırılınca içinden çıkan bu çirkin hayvanı alıp kendi doğruları ile yetiştirirler.

Kartal iç güdülerine hakim olamayıp uçmak ister ama tavuklar engel olurlar ona. “Biz tavuğuz uçamayız hiç boşuna deneme bile” derler. Kartal yavrusu her uçmaya niyetlendiğinde, her gökyüzüne bakıp kanatlarını açtığında bir tavuk başında bitip “hayır sakın…. uçamayız !” diye hatırlatır.

Böylece yıllar geçer ve kartal kanatlarını bir kere bile çırpmadan hayatının sonuna gelir. Tavuk olarak yaşadığı ömrü biter ve hiç uçmadan hayata gözlerini yumar.

naissance de bébé

Hayırdır!? Size de uçma sakın diyenler mi var? Boşuna uğraşma o konuları sen anlayamazsın, oralara gidemezsin, o işleri yapamazsın, bu işler seni aşar bak yıllardır hiç birimiz uçamadık diyenler mi var?

Onları mı hatırladınız birden? Yapamayacağın hiç birşey yok sadece yapamayacağını söyleyenler var. Kanat çırpmak senin elinde, bak bakalım uçabilecek misin  Yoksa tavuk olarak mı kalacaksın?

 

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Sürdürülebilir Saflık

Askerde bır kural vardı. Size öğretilmeyenden sorumlu değilsin. Yani sana selam vermek öğretilmediyse selam vermeyeceksin.

Bu kural hayat düsturumuz olmuş. Fakat her zamanki gibi işimize geldiği şekilde birazcık eğip bükmüşüz. Şimdi bu kural hayatımızda şu hale gelmiş. “Öğrenmezsem sorumlu da olmam” 

Beyin düşünmek için sanki benzin yakıyor. Tasarruf olsun diye hiç bir sorunun cevabını bulmayla uğraşmıyoruz. Tesadüfen karşılaştığımız birisi “bak çözüm budur” derse hop alıyoruz içeri. Hatta ondan sonra çelişkili bir başka cevap gelirse, yeni gelenle kıyasıya savaşıyoruz bir de. Sanki düşünüp de cevabı bulmuş gibi, başkasının fikrini sahipleniyoruz. Öyle ya kim düşünüp de hangi fikir doğru karar verecek ki şimdi ? Eski iyidir…

Bizi düşünmekten kurtaracak herşey iyidir. Mesela size bir fikri satacak olan adam “Bunu tarihte ünlü düşünür Mursini dedi” derse var ya, yeme de yanında yat. Tarihte öyle biri mi varmış, düşünür müymüş, ne düşünürmüş ? Amaaaan bize ne. Bir de üstelik bu düşünür 1000 yıl önce yaşadıysa var ya…. “Kardeşim 1000 yıldır adamlar yanlış yapıyor bir tek sen mi doğrusunu biliyorsun?” dedik mi karşıdakini kilitledik gitti. Hiç gerek kalmaz düşünmeye.

Bazen onbinlerce yıl dünya düz diyenlere karşı birisi çıkıp hayır yuvarlak der ya hani. Böyle bir işgüzarın aramızda yeri olmadığını, bundan sonra başkalarının da böyle abuk şeyler söylememesi gerektiğini açık bir mesajla anlatmak gerekir. Öldürürsek benzin tasarrufu olur. Beyinlerimiz az yakar. Aslında çabuk davranmak da lazım. Birkaç kişiyi zehirleyip sonradan bütün dünyanın hayret buna nasıl inanmışız şimdiye kadar diyeceği bir fikrin olgunlaşmasına sebep olabilir bu yaratıklar.

Kafamızdaki önceden yerleşmiş fikirleri sonradan destekleyen herkes çok değerlidir. Onlara ne versek azdır. Yeter ki başka bir fikir üretmesinler. Eskisini yaldızlaya yaldızlaya anlatsınlar isteriz. Hatta eskisinin motiflerine ters düşmeyen ilaveler de olabilir. Ne ücret ödense azdır bunlara. Yaptıkları ile söyledikleri ters olabilir onda bir sorun yok.

En çok da bu adamların ne mal olduklarını söyleyenlere kızmaz mıyız ? Kim ki bu eleştirenler? Daha dünyanın düz olduğundan haberleri yok. Bir de utanmadan gözlerimizi açıyorlar. Kardeşim açmasana gözümüzü ışık giriyor rahatsız oluyoruz.

Bizim bütün bilgimizin kaynağı olan bir kitabımız var. Öyle güzel bir kitap ki dantelden kılıf ördük, duvara astık, bırak okumayı açmaya kıyamıyoruz. Öyle harika bir kitap ki yapmamız gereken herseyi yazıyor. Ne demek orada yazmıyorsa yapmamız gerekmiyor ? Tabi ki yumurtanın nasıl kırılacağı da bizim bilgimiz dahilinde ve nasıl usulünce kırılması gerektiğini anlatan alimlerimiz olmuş. Hatta tavanın kenarına vurup kıranlar ile iki yumurtayı tokuşturanlar diye iki ekol çıkıp birbirleriyle yıllarca savaşmışlar. İnsanlar ölmüş bu yüzden. Onun için biz tavaya vurup kıranlar bu işin kurallarını 25 ciltlik dev bir eserde biraraya getirmişiz.

“Önemli olan yumurtanın kırılmış olması” ne demek  ? Nasıl kırılacağı lezzetini etkiler bir kere. stock-photo-idiot-word-cloud-283356002Tavanın kenarına vurarak kıranlar bu lezzete en yakın olanlardır. Ünlü alimlerimiz tavanın kenarının verdiği lezzet hakkında boşuna mı tartıştılar. yani bunca alim bilemedi ama sen biliyorsun doğruları öyle mi ?

 

Nedir bu düşünenlerden çektiğimiz. “İnsan düşünen bir hayvandır” diyorlar bir de. Biz düşünmüyoruz kardeşim var mı ötesi ?

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Denge

Balancing stonesZamanın ve dünyanın öyle bir dengesi var ki ve bu dengeyi size öyle bir şekilde gösteriyor ki, buna şahit olup da tesadüf demek için salak olmak lazım.

Yapacağınız bir işin neticesinin kötü olacağını öngöremediğinizde o işin olmasını egelleyen, veya tam zor bir duruma düştüğünüzde sizi o durumdan çekip çıkaran acayip bir olay zinciri oluşuyor. Üzerinde düşünmeyip son halkayı gördüğünüzde tesadüf demeniz çok normal.

Ben zincirin diğer halkalarını incelediğimde çok hassas bir mekanizma görüyorum ki büyülenmemek elde değil.

Bunu biraz önce yaşadım ve çok ilginç bir örnek.

Bir sürü sebepten dolayı çalışmakta olduğum sonsuz kontratlı işi değiştirmem gerekiyordu. Kasım ayında yeni bir kontrat aramaya başladım ve ancak Şubat ayında 6 aylık kontrat ile şimdiki işime başladım.

Öyle acayip bir zamanlama oldu ki o dönemde geç kaldığım için çok ciddi panik yapmıştım. Çünkü 5 Mayısta vizem dolduğu için 6 aylık kontrata imza atmak kolay değildi. Yine de bir şekilde imzaladım ve Temmuzda bitecek bu işe başladım.

Bu iş yerinin yeni bir müşterisi için mevcut sistemlerini modifiye etmem gerekiyordu. işin ortasında bir yerde müşterideki kontak adamımız hastalandı. 1-2 ay işe gelemedi. Biz bu dönemde bir hayli mesafe katetmiştik.

Sonra geldiğinde yapılan işlerin yapısını değiştirdi. Ve tekrar baştan birsürü noktayı yapmak zorunda kaldık.

Ve ben Mayıs’ta Vize başvurumu yaptım. Normalde Temmuz sonunda bitecek olan kontrattan önce cevap gelmesi gerekirken İngiltere’deki seçimlerden sonra göçmen politikası değiştirildi ve vizeler geciktirilmeye başlandı.

Vizeyi alamayınca yeni kontrat alamayacaktım, yani 31 Temmuzdan itibaren işsizim demekti. Her ne kadar 2 ay idare edecek kadar para ayırmış olsam da vize için maksimum dönüş süresinin 6 ay olması potansiyel sorun olarak önümde beni bekliyordu. Yani devlet Mayıstan itibaren 6 ay içinde yani Kasım başına kadar cevap vermeyebilirdi.

Bu da benim Ekim ayında maddi sorunlarım olacağına işaret ediyordu. hatta sonraki ayda ve hemen iş bulsam bile bir sonraki ayda da..

Sonra birden hastalanan adam yüzünden zamanında yetişmeyen işlerden dolayı projenin açılışı 1 ay ertelendi. Ve birden bana kontratı 1 ay uzatma teklifi geldi.

Olayların zincirini görebiliyor musunuz bilmiyorum ama öyle bir denge var ki inanılmaz. Mesela ben ta ilk başta Kasım ayında 6 aylık iş bulsaydım şu anda 3 aydır işsizdim ve daha da 3 ay işsiz kalabilirdim. Sonra adamın tam zamanında hastalanması da başka bir etken, ki burada zincirin ucunu merak etmiyor değilim. Acaba ne oldu da hastalandı ?

3264396897_71af56840f_bBen hayatı bir ip olarak düşünürüm. Bir yumak ipimiz var ve hayata başladığımız yerde ileriye doğru firlatılıyor veya yuvarlanıyor. Zaman yokuş aşağı engebeli bir tepe ve yumağınız taşlara takılıp bazen zıplayarak bazen başka yumaklarla çarpışarak aşağı yuvarlanıyor. Tabi sizden önce başkalarının yumakları da fırlatılmış, sizden sonra geçtiğiniz yerlerde başka yumaklar da atılıyor.

Sizin yumağınız bir müddet bazı yumaklarla beraber yuvarlanırken, ipler birbirinie değiyor. Sonra bir engele takılıp ayrı noktalara da savrulabiliyor, yandan gelen yumak sizinkine çarpıp size başka bir yola sokabiliyor. ve böyle böyle yumaklar bir yerde tamamen açılıp bitiyor. Ama başka yumaklar yuvarlanmaya devam ediyor.

Ve bu tepedeki bir çakıl taşının yer değiştirmesi veya küçük bir esinti hem sizin yumağınızın hem başkalarınınkini etkiliyor. Bence olan da bu. Siz bugün dua ediyorsunuz o dua geçmişte bir adamın terliyken sırtına doğru esen soğuk bir rüzgar olabiliyor.

Benim hayatımdaki bu kayma mutlaka başka birilerinin hayatında da bir kaymaya sebep oluyor ve bu dalgalanma devam edip gidiyor.

 

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Soy sop ırk şu bu vs.

Kendi seçimin olmadan bir coğrafyada ortaya çıkıyorsun ve sana “Sen busun” diyorlar. Bunu nasıl büyük bir başarıyla söylüyorlarsa artık öyle bir inanıyorsun ki senden 100 sene önce birilerinin birilerine yaptığı bir fenalığın peşine düşüp, “sen şusun” denmiş olanlarla kavga ediyorsun

main_racism_416Sonra 3 günlüğüne ziyaret ettiğimiz dünyada şusunlarla busunlar birbirlerini yiyor ve bundan da 100 sene sonra başka şusunlarla busunlar bunun hesabını soruyor.

Sonra birileri çıkıp diyor ki “siz madem ki şusunuz haydi öbürlerinin yaşadığı yerleri ellerinden alalım ve bu arada hep beraber ölelim” ve sen yine 3 günlüğüne ziyaret ettiğin dünyanın 2 günü zaten fazla bana diyerek 1 gün sonra check out olmaya gönüllü oluyorsun.

Ö-LÜ-YOR-SUN … şaka değil bak bu. En kötü ihtimalle ölmeyip ÖL-DÜ-RÜ-YOR-SUN.

Peki NE-DEN ???

Bu arada “sen busun” derken, “ve biz O‘na bu şekilde inanırız” diyorlar. Şunlar da O‘na inanıyor ama bizim gibi inanmıyorlar haydi onları keselim yakalım yaşatmayalım diyorlar. Derhal ölmeye öldürmeye koşuyorsun.

Peki NE-DEN ???

Sen bu doğum piyangosunda diğer tarafta da olabilirdin. O zaman sana şusun deyip şu şekilde inanıyoruz diyeceklerdi ve yine düşünmeden ölmeye öldürmeye gidecektin.

NE-DEN ?

Çünkü;

2 metrekare yerimiz var birbuçuk sana iki bana paylaşmayla uğraşıyoruz. bunu paylaşmayla uğraşana kadar kucaklaşsak yarım metrekaresini anca kullanacağız ve gerisi bize ferah ferah yetecek. Zaten sonunda 1 metrekaresine sen 1 metrekaresine ben yatacağız bitip gidecek.

Sıkılmadınız mı tanımadığınız yüzünü görmediğiniz piyangoda size denk gelmiş insanların kan davasını gütmekten? Tartışmaktan yorulmadınız mı ?

Bir sünger çeksek de şusuz busuz ötekisiz biz olsak

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Dönüşüm r.a.

Franz Kafka’nın dönüşümü kadar çarpıcıdır benim dönüşümüm. Tek fark ben yatarken böcektim şimdi insan olarak kalkıyorum.

Metamorphosisİlkokul çağlarında 80 darbesinin yan ürünü olarak başlayan mecburi ders ile tanıştım din ile. Din benim için bitmek tükenmek bilmeyen kurallar, ezberlemekle bitmeyen şartlar, farzlar, sünnetler, dualar, sureler ve hadislerdi genellikle. Öyle de hassas birşeydi ki aklıma takılan neyi sormaya kalksam ‘aman sorma ki dinden çıkmayasın’ diye uyarılıyordum. Bu din öyle birşeydi ki; yakıp yıkan bir tanrının, hiç sorgulamadan kabul etmemiz gereken kuralları vardı ve bunu her nasılsa O’nun sağ kolu olmuş adamlar tarafından bize anlatılıyordu.

Sureleri ezberleyemediğim için karnemde ilk kötü notumu görmüştüm. Ne yalan söyleyeyim biraz soğumuştum ama bunu açıkça söyleyemiyordum günah olur diye.

Sonra kandillerle tanıştım ve televizyon karşısına oturup zerre kadar anlamadığım uzuuun ve müzik olarak da hoşuma gitmeyen birşeyi dinler oldum. Aralarda acaba anladığım kelime yakalayabilir miyim diye bir oyun icat etmiştim bu sıkıcı görevden kurtulmak için.

O dönem pop şarkıcıları İtalyanca, Fransızca şarkı okurlardı da anlamını bilmezlerdi. Sağda solda dalga geçenler olurdu anlamını bilmeden ne okuyorsun diye. “Ama !… ” derdim içimden “Sen de sureleri, anlamını hiç bilmeden ezberleyip, tekrarlayarak, inandığını söylüyorsun…”

Zaman geçtikçe biraz biraz bu kuralları öğrenip uygulamak istedim. Fakat ben uyguladıkça kurallar kendi içinde çoğalıyor ve büyüyordu. Yakalayamıyordum bir türlü doğrusunu. Abdest almayı öğrenirken burnuma çektiğim su başımı ağrıtıyordu ama devam ediyordum ki haydaaaaaa e tam bunu yaparken okunması gereken ve anlamını gene bilmediğim bir dua varmış. Onu öğrenmeden tam olmazmış. Öğrenelim derken bir bakıyorsun iki hareket arasında da aslında bilmemkaç defa da başka birşey tekrarlanmalıymış.

Böyle böyle derken soğudum dinden. Çünkü o kurallara bir türlü yetişemiyordum ve ne yaparsam yapayım doğru ve kurallara uygun yapamayacağımı anladım.

Böyle seneler geçti. Sonra birgün tekrar çekti beni kendine din. Bu sefer Namazı doğru dürüst kılayım dedim. Ve gene başladı bitmez tükenmez kurallar. Gene ne dediğimi tam bilmeden ama elimi nereye koyacağıma, ayağımı nasıl yerleştireceğime azami özen göstererek kılmaya başladım. Fakat ilk sünnetiydi son sünnetiydi derken o kadar vaktimi alıyordu ki 5 vakit namaz kılınca çalışmaya vakit kalmıyordu. Böylece tekrar yavaş yavaş uzaklaştım dinden.

Sonra bir müddet daha geçti ve Kuran’ı tamamen anlamalıyım diye düşünüp bir diyanet tefsiri ile okumaya başladım. En güvenilir meal diyanet olmalıydı çünkü. Fakat çok çelişki gördüm ve yine soramadım. İnsancıl barşçı olması gereken dinde vahşi öğeler görmek tekrar sarstı beni.

Bu dönemde tasavvuf ile ilgilendim. Mevlevilik üzerine okudum araştırdım mesela. En doğru (sahih) hadisleri inceledim. Sonuç ne kadar incelersem o kadar uzaklaştım. Hep çelişkiler hep mantıksızlıklar, hep sorular ile geri dönüyordum, dini anlamak için çıktığım yoldan.

Televizyona çıkan sarıklısı başka, bıyıklısı başka anlatıyordu. Bilim başka din adamları başka konuşuyordu.  Ve sonunda herşeye DUR dedim.

Ben yıllardır analiz yapan bir adam olarak net bir karar vermeli, dini son bir kez doğru analiz edip bir karara varmalıydım. Ya herşey tutarsız çelişkili ve saçmaydı ve terkedilmeliydi bu din, ya da  mantıklı tutarlı bir din vardı ama birşeyler gölgeliyordu ve bu gölge kaldırılmalıydı benim için.

Herşeyi önce komple reddettim. En temele indim ve Kuran’ı tekrar başka başka çevirilerden yorum katmadan okumaya başladım. Artık abdest vs gibi ritüellerle değil, karar aşamasındaki bir adamın ciddiyetiyle tane tane anlayarak okumaya başladım. Sorularımı ve tüm çelişkileri not aldım bu sefer, İnternetin sayesinde her takıldığım ayetin 10 farklı tercümesini aynı anda okuyabiliyordum.

Birden toz bulutu kalkmaya herşey yalın ve sade olarak gözükmeye başladı. O konuşup duran din adamları (!) mezhepler, hadisler, ritüeller, ıvır zıvır kalkınca herşey tutarlı ve mantıklıydı. Her okuyuşumda başka bir karanlık aydınlanıyordu gözümün önünde.

Sonra o toz dumanının neler olduğunu da gördüm. İktidar hırsları, aç gözlü sahabeler, şamanizmden taşınan gelenekler, 1400 yıldır yanlış mı yapılıyor diyen kafalar, bilim yerine karanlığı tercih eden ulemalar, beyinlerini kullanmamak ve kullandırtmamak için özel bir çaba harcayan geri zekalılarmış o toz bulutu.

Hiç kimseyi takip etmiyorum, her söyleneni farklı çevirilerden Kuran’a soruyorum, hata yapmaktan çekinmiyorum, ritüelleri takip etmiyorum, her duamı, kendimi en iyi ifade edebildiğim dilde yapıyorum, hiç bir geleneği izlemiyorum, soru soruyorum, cevaplar arıyorum ve bunların neticesinde kafam su kadar berrrak bir şekilde dini ve dinin tek sahibi olan Allah’ı kabul ediyorum.

Diğer herşeyi kökten reddettim. Mezhep, hadis, hazret, kandil, sünnet, hoca efendi, tefsir ne var ne yok hepsini kaldırıp attım. Meğer yıllardır sorun bunlardaymış. Meğer Allah kitabında sakın bunlara yaklaşmayın diye bize seslenip duruyormuş da görmemişiz.

Artık bilimle dinin kusursuz bir uyum içinde olduğunu görüyorum, uygulamadaki ritüellerin ve bu ritüelde yapılanların neredeyse tamamının yanlış ve hatta dinin emrettiğinin tam tersi olduğunu görüyorum.

Daha iyi anlamak için biraz arapça öğrenmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Böylece bir lügat ile çeviriler arasında kimin ne kadar doğru çevirdiğini kıyaslayabileceğimi sanıyorum.

Yıllardır ilk defa din ile barışık, korkusuz, huzur ve barış içinde hissediyorum.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail