Kocaman neredeyse kurşun geçirmez zırhlı edasıyla, o devasa tencereyi alttaki dolaptan alıp mutfak tezgahına koymak bile büyük bir işti küçük bir bedene sahipken.
İçine pişecekler konduktan sonra itinayla sibobun üzerine denk gelen şapkası yerleştirilir sonra da ocağın üzerine bırakılırdı. Çok geçmeden pıstlamaya başlardı zaten. Önce o şapka dansetmeye baslardı. Dansettikçe şapkadan çok bir insan figürüne dönüşürdü gözümde. Sonra bu figür, otururken gaz çıkaran yaşlı bir adam edasıyla yana kaykılır ve pıssssstttt diye salardı içindeki buharı.
Bu salmadan sonra bir müddet ferahlardı yaşlı amca. Bir müddet birşey yapmaz sonra tekrar bir kıpırdanırdı.
Bu dansı mutfak kapısından seyrederdim o zamanlar. İçeri girmeye korkardım. Ki zaten sanırım annemin de istediği buydu. O yillarda patlayan düdüklü tencere haberleri dolanırdı ortada. Tehlikeli bir şeydi yani.
Piştikçe, ısındıkça pıstlamalar artar ve en sonunda o yaşlı amca disko danslarında maharetli bir gence dönüşürdü. Yerinde duramayan, alttan gelen buhar eşliğinde, sürekli hoplayıp zıplayan çılgın bir genç olurdu.
Ve yemeğin piştiğine bir şekilde ikna olan annem ocağın altını kapatır ve beklerdi. Artık sona yaklaşan basıncın azalması ile de dans ve gösteri sona ererdi.
Şimdilerde ne zaman klavye başına geçip yazmaya başlasam sanki beynimden bir pıssttt sesi duyuyorum. Yükselen basıncı dışarı atmanın bir yolu olarak kullanıyorum ben yazmayı. Okuyanlar artık dans ederken mi görür, otururken yana kaykılmış olarak mı görür bilemiyorum.
O da mutfak kapısından beni seyredenlerin problemi…