Çocukluğumda, boyanmış bir parça tahta üzerine vidalanmış küçük bir ampül ve yine ortada olan bir adaptörden ibaret bir gece lambası vardı koridorda. Geceleri cılız bir ışık yayardı. Karanlık sanki daha siyahtı o zamanlar. Ben de her çocuk gibi karanlıktan korkardım. Fakat bunun suçlusu, ikinci kattaki balkonumuzun önünü kapatan dallarıyla, yapraklarıyla, yattığım odanın duvarında her gece gölgeleriyle şekiller oluşturan yeni dünya ağacıdır. İşte o gölgeleri kesen tek şey bu uyduruk gece lambasıydı.
Biraz daha büyüdüm, başka bir eve taşındık. 5. kattaki evin camına yetişen ağaç olmayınca, korku yavaş yavaş geçti. Sonra o zifiri karanlığı sevmeye başladım. Sessiz, karanlık bir odada oturmak hoşuma bile gitmeye başlamıştı. Düşünmek için harika bir ortamdı. Özellikle çocukluk hayallerimin gözlerimin önünde canlanmasında karanlık çok işe yarıyordu.
Zamanla geceyi ve karanlığı sevmeye başladım. Gece, sessizliği ile kitap okumama, konsantre olmama, müzik dinlememe, hayaller kurmama yardımcı oldukça, gündüz başkalarına, gece kendime ayırdığım bir zaman dilimi haline geldi.
Lisedeyken gece sabaha kadar oturup güneşin doğuşunu seyretmenin keyfine vardım. Üniversitede sabahlamalar başladı. Sabaha kadar oturup ders çalıştıktan sonra (!), sabaha karşı fırından yeni çıkan poğaçaları almaya gitmenin keyfine vardım. Staja gittiğimde “Gece çalışır mısın?” dediler. “Tamam” dedim. Gece el ayak çekildikten sonra sakin sakin çalışmanın keyfine vardım. Okul bitti 2 sene boyunca gece çalıştım. Askere gittim gece nöbetlerinde gelecek planları kurmanın tadına vardım. Sonra geri döndüm ve gece gezmelerinin, gece hayatının tadına vardım.
Ben gecelerden hep çok keyif aldım.
Kendi kendine kaldığında karanlık çok samimidir. Seninle kavga eden bir gölgen bile olmaz karanlıkta. Kafanın içine girip kendi içinde gezmeyi öğrenirsin. Korkulacak birşey yoksa içinde, karanlıktan korkmazsın.
NOT : Bu seferki fotoğraf kendi çektiklerimden. Devamı için aşağıda flickr linklerimi veriyorum.
https://www.flickr.com/photos/duopod2