Çok ilginç bir adamdı Sencer Derya. Bilenler çok iyi bilir kim olduğunu bilmeyenler için ise sadece şiirsel bir isimdir.
1994 senesinde Kuşadası’nda yaşıyordum. Yaz bitip de el ayak çekilince, gececi olarak çalıştığım otelde işe geldikten sonra 10-15 dakikada işlerimi bitirir olmuştum. Sonrasında saat dolduruyordum sabaha kadar. Sabah olunca da, bu sefer akşama kadar boştum. O dönem çok kitap okudum, civardaki tüm dağ, taş, kanyon, tepe, köy ne var ne yok gezdim ama yine de boş zaman kalıyordu. Düşünecek çok zamanım vardı. Kendimi, varoluşumu hemen her şeyi sorguluyordum. O dönem birlikte olduğum kimse de olmayınca iyice kendime dönmüştüm. Neredeyse tek konuştuğum, tartıştığım, sohbet ettiğim kişi ise geceleri birlikte çalıştığım Semih’ti.
Kitapçıları, kasetçileri gezerken zaman kısıtlaması veya bekleyen olmadığı için, uzun uzun bakardım, incelerdim herşeyi. O dönem elime geçen Neyname diye bir kaset vardı. Nereden bulduysam kaseti kaybettikten sonra aramadığım yer kalmadı bulamadım bir daha. Ney sesi o kadar etkileyiciydi ki hiç bir zaman müziğe yeteneğim olmadığı halde o sesi kendim çıkarmak istedim. Bunda belki de biraz o zamanki mizah dergilerinden birinde bulunan “Gönül Adamı” adlı şerit ve o seritteki kahramanın elinde sürekli ney olması da etkilemiş olabilir.
Sonra başladım Ney aramaya. Aklıma İstanbul’da Karaköy’deki enstruman satan pasajlar gelince babamı aramıştım belki bulabilir diye. Hiç unutmam Perşembe akşamı sordum Cuma akşamı babam arayıp asıl iyi neylerin Ödemiş’te satıldığı ancak geç olduğu için isim veya adres alamadığını Pazartesi öğreneceğini söyledi.
O gece çalışırken Pazartesiye kadar sabredemeyeceğimizi anladık ve sabah saat yedide mesai biter bitmez direk arabayla Ödemiş’e gittik. Gitmek sorun değil de, nasıl bir kafaysa sanki Ödemiş 2 ev 3 dükkanmış gibi, ismini bilmediğimiz birini aramaya gittik.
Ödemiş’e girince birden bu gerçekle yüzleştik. Ana caddenin üzerinde yavaş yavaş arabayla giderken, bir berduş gördük. Yanaşıp “buralarda ney satan kimse var mı?” diye sorduk. Adam “Dün, paralel sokakta birisi sırtında kamışlarla aşağı doğru yürüyen birini gördüm” dedi. Hemen o sokağa girdik ve bu sefer o sokakta yavaş yavaş ilerlemeye başladık. İçinde kanarya kafesi olan eski tarz bir berber dükkanı gördük ve inip ona sorduk. Adam direk dükkan ismi ve pasaj ismi vererek bizi bir züccaciye dükkanına yönlendirdi.
Züccaciye dükkanı ! Vitrindeki çay bardaklarının arasından Ney’e dair bir kanıt ararken galiba bir yaylı tambur gördüydüm. Neyse içeri girdik ve “Sizde ney var mı?” diye bodoslama daldık lafa. O eski tarz çelik üstü parlak kontraplaktan ofis masasının arkasındaki otuzlu yaşlardaki adam çok sakindi. “Geçin oturun çay içer miyiz ?” dedi. Oturduk, çaylar geldi, “Nasıl buldunuz burayı ?” diye sorarak konuşmaya başladı. Anlattık büyük bir ilgiyle dinledi ancak çaylar bitmiş olmasına rağmen hala dükkanda Ney satılıp satılmadığını bilmiyorduk.
Sonunda geceden beri uykusuz olmanın verdiği sabırsızlıkla sordum. Adam aynı sakinlikle devam etti. “Babam ney yapar satar. Burayı bulmanız ilginç çünkü dükkanı daha yeni taşıdık. Buraya çok az insan biliyor onun için şaşırdım” dedi. “Bekleyin babam yoldadır gelir birazdan” dedi.
Gerçekten beş dakika geçmeden, dükkanın dışarıya doğru olan kapısının önüne bisikletle biri yanaştı. Kafasında filmlerde fransız ressamlarının taktığı armut sağlı kasketlerden vardı. Ceketi ve bisikletiyle bir film karesinden fırlamış gibiydi. İşte Sencer Derya’yı ilk gördüğüm an oydu.
İçeri girdi. Oğlu kısaca özetledi durumu. Biraz da onunla sohbetten sonra dükkanın bodrum katından büyük bir çöp poşeti içinde neyler ortaya çıktı. O gün oradan paramız da fazla yetişmediğinden biri biraz yamuk iki ney alıp çıktık. Ses çıkarmayı başarınca gelin dedi arkamızdan.
Sonrasında aşağı yukarı 6 ay bir rüya gibi geçti. Her fırsatta da Ödemiş’e gidip Sencer Derya’dan ders almaya çalıştık. Semih ile çıktığımız bu yolda çok çok ilginç olaylar yaşadık, çok çok ilginç insanlarla tanıştık. Semih hızla ilerlerken ben hala nota ve işin matematiği ile uğraşmaktaydım. İtiraf ediyorum ben pek başarılı olamadım.
Bu arada Mevlevilik üzerine adap ve erkan kitapları bitirmiş, Mesnevi’yi okumaya başlamıştım. Bir gece yine otelde çalışırken Tarikatlerden ve günümüzde bu tarz bir yaşamın ne kadar zor olduğundan bahsederken uzun uzun doğruya ulaşmanın yolu nedir diye tartışmıştık. Tarikat zaten yol demek bunu biliyorduk ama bunun uygulaması hakkında sorular oluşmaya başlamıştı. Ertesi sabah Ödemiş’e gidecektik bir hafta öncesinden planlanmıştı ve Sencer Derya da bekliyordu.
Sabah züccaciyeye biz daha erken vardık. Yine oğluyla (ismini unuttum okuyorsa özür dilerim) çay içerken Sencer Derya içeri girdi. Merhabalaştıktan hemen sonra direk konuşmaya başladı. “Buradan İstanbul’a bir çok yoldan gidilir, karadan arabayla gidersin, İzmir’den uçakla veya gemiyle gidersin yani yollar tükenmez ancak hangi yoldan gidersen git İstanbul’a varırsın. Mühim olan yol değil varacağın yerdir.” Tüylerim diken diken olmuştu. Nereden anlamıştı acaba bizim kafamızdakini.
Sonradan yine Sencer Derya,nın bizi tanıştırdığı Kuşadası’nda antika dükkanı olan Zaki baba bir keresinde bahsetmişti. “O değişik biridir habersiz gider sofrada tabağımı konmuş bulurdum” diye.
Yaz geldiğinde Ödemiş sıcak olmaya başlamıştı. Gölcük yaylasına çıkar olmuştuk. Bir gün bir kır kahvesinde yere bir yaygı koyup güzel bir esinti eşliğinde göle karşı çayımızı içip sohbet ediyorduk ki, tarladan birisi çıkıp geldi. Ektiği fasulyeleri sulamış, paçaları sıvalı ve dizine kadar çamur içindeydi. Sohbeti böldüğü için biraz kızmıştım. Zaten yeterince çok görüşemiyorduk bir de şimdi şu güzel ortam bölünmüştü. Kimbilir ne kadar gereksiz bir konu konuşacak derken sohbet birden bütün fikirlerimi ters yüz etti. Sencer Derya ona, normalde patatesi ile meşhur bu yaylada neden fasulye ektiğini sorunca adam ziraatçilerle görüştüğünü patatesin topraktan aldığı azotu fasulye ekerek toprağa geri kazandırdığını böylece sonradan ekeceği patateslerin daha lezzetli olacağını söyledi. Doğrulup dikkat kesildim. Ben cahil bir köylü beklerken azottan bahseden birisi haliyle dikkatimi çekmişti. Sonraki konu daha da ilginçti, birden musikiden bahis açıldı ve köylü İzmirden geçen hafta geldiğini ve cemiyette ve koroda herşeyin yolunda olduğunu anlattı. Sonradan anlaşıldı ki o köylü TRT İzmir Radyosunda solistmiş. O gün görünüşün ne kadar aldatıcı olabileceğine dair harika bir ders aldım.
İstanbul’a taşınana kadar Sencer Derya ile her fırsatta görüşmeye çalıştık, evine misafir olup Neyzen Teyfik’e ait eski bir Ney’e üflemek bile nasip oldu. O dönem yaşanan herşey sanki bir Reşat Nuri romanıydı.
Sonrasında Sencer Derya’nın tavsiye ettiği kitapları sahaflarda arayıp bularak konuları daha derinlemesine inceleme fırsatım oldu. Kitapları bulmak çok da kolay olmadı itiraf ediyorum. Fi-Hi Mafih ve Füsus-ül Hikem beni en çok zorlayan iki kitap oldu.
Bu dönemin benim hayatımda tasavvufun ne olduğunu anlamamda büyük etkisi vardır. O yüzden bugün neyin nereye kadar doğru olduğunu görebiliyorum.
Bu varoluş arayışı bugüne kadar sürdü. O günlerde onları anlamasaydım bugün işin aslının o olduğunu sanmam kaçınılmazdı. O günlerimde arayış yolculuğuma katılan Semih, Sencer, Zaki, çiftçi ve Kemancı (Başka bir hikayede bahsederim ondan da) hepsi benim için çok değerlidir.