Ortaokuldaydık sanırım. Cumaları okuldan sonra aynı mahallede, aynı apartmanda oturan yaşdaş arkadaşlar olarak birimizin evinde biraraya gelir birlikte zaman geçirirdik. Hava güzelse akşam apartmanın arkasında futbol oynar, güzel değilse evde toplanıp atari, sohbet oyun fıkra müzik gibi şeylerle oyalanırdık.
Bir gün yine bizim evde toplanmıştık. Bir arkadaş koltuğunun altında bir poşet ile çıkageldi. İçinden o dönemin en meşhurlarından Sinclair Spectrum bir bilgisayar, bir kasetçalar ve bir sürü kaset çıktı. O gün uğraşa uğraşa saçma sapan bir oyun yükleyebildik. Gece geç saat olunca arkadaş bilgisayarı ertesi gün geri almak üzere bıraktı ve gitti. Tüm arkadaşları gönderdikten sonra bilgisayarı kurcalamaya başladım.
O klavyeden ne yazılıp, oyunun ortaya çıkarıldığı merakı sardı içimi. Ve o günden sonra bu konuyu araştırmaya başladım. O dönemler bu konuda bir tek kitap bile yoktu. Internet de olmayınca işim oldukça zor olmuştu. Çünkü tek kaynak kullanım kılavuzu idi ama onda da televizyona nasıl bağlanacağı, nasıl program yükleneceği vardı.
Gittikçe tutku haline geldi bu konu. Hatta İngilizce düz yazı yazıldığını sandığım için İngilizcemi çok geliştirmiştim. Başarılı bir karnenin ardından babam bana Commodore 64 alabileceğim kadar parayı verip “Haydi git al” dediğinde uçarak gitmiştim.
Eve getirip kurduğumda arkadaşlar da kardeşim de oyun yüklemek için bekliyordu ama ben o ilk programımı yazabileceğim anı iple çekiyordum. Tabi ki oyunları yükleyip oynamaya başladık. Sonra gece geç saatte el ayak çekilince oturup uzun uzun bunca zamandır kafamda şekillenen bir oyunun senaryosunu temiz düzgün bir ingilizce ile yazmaya başladım. Aşağı yukarı 1 sayfa boyunda komple bir hikaye yazdım
“Return“e bastım. Karşımdaki ekrandaki cevap şuydu: “Syntax Error“.
“Tabi ya” dedim “kesin virgülü yanlış yere koydum“.
Aynı yazıyı tekrar yazdım. “Return“e bastım. Karşımdaki ekrandaki cevap şuydu: “Syntax Error“.
Üç veya dördüncü seferden sonra birşeylerin ters gittiğini farkettim. Ertesi gün bilgisayarı aldığım dükkana gittim. Adama bunun sebebini sordum. Öyle ya aldığım bilgisayar bozuk olabilirdi. Neticede ben İngilizcemin gramer olarak kusursuz olduğundan emindim.
Adam gülerek bilgisayar programının öyle birşey olmadığını, çok karışık birşey olduğunu hatta kendisinin bile anlamadığını söyledi.
Haydeeeee…. E ama ben program yazacağım diye almıştım bunu. Böylece araştırmalar başladı. Ve ilk commodore dergisi çıktığında koşa koşa aldım bayiden. Kupon biriktirerek programcının el kılavuzu diye bir kitap vereceklerini duyurdular. Malesef o kitap piyasada satılan bir kitap değildi. Yani mecburen kupon kesip biriktirip çekilişe girmek gerekiyordu.
Kestim, yolladım, kazandım. Soğuk bir kış günü Karaköye giderek dağıtımın yapıldığı yeri buldum ve aldım kitabı. Dönüş yolunda vapurda zaman nasıl geçti anlamadım. Gerçi kitabı da anlamadım. Hatta konu haddinden fazla ürkütücü ve zordu.
Fakat tutku dünyanın en büyük itici gücü işte.
Okuya okuya anlamaya başladım. İkili sayı sistemi, onaltılı sayı sistemi, basic falan derken sis bulutları dağılmaya başladı. Aşağı yukarı 3 sayfa süren, tamamı hesaplanmış rakamlardan oluşan veriler ve programı yazıp da ekranda bir traktör çıkardığımda çıldırıyordum sevinçten. Annemi çağırmıştım. Kadıncağız anlayamamıştı ki ekrandaki ecüş bücüş şeyin traktör olduğunu. Neye bakacağını bile bilememişti yazık. Ama sevincime ortak olup aferin demişti.
Sonra zamanla ilerlettim iyice bu konuyu. Üniversitede benim o ilk öğrendiklerim ders olarak çıktı karşıma. Çocuk oyuncağı gibi geldi bana o ders. Sonra başka programlama dilleri geldi. Meslek olarak seçmesem de bilgisayar programı yazmak benim tutkumdu.
Gerçekten çok büyük keyif alıyordum bundan. Yazları çalıştığım otelde gece vardiyasında Night Auditor (Gece hesap kontrolörü) olunca sıkıntıdan geceleri otelin bilgisayarı alındığında bilgisayarla verilen UNIX kitaplarını okumaya başladım. Dünyada benim bildiğimden çok daha derin bir bilgisayar bilgisi olduğunu farkettim böylece. Bu benim tutkumu daha da coşturdu. Üniversite bitince bir PC almıştım ve sürekli ne yapabilirim nasıl daha fazla öğrenebilirim diye düşünüyorken Kuşadasının tek bilgisayarcısına düştü birgün yolum. Arkada rafta C programlama dilinin kitabını gördüm. “Biliyor musun?” dedim dükkandaki adama. “Biliyorum ama çok zor hiç başlama” dedi.
Ve ben başladım.
Geceleri otelde bilgisayarla veya programla ilgili çıkan sorunları halleder hale gelmiştim. Bir gün İstanbul’da yaşayan Bilgi İşlem müdürü “Pamukkaledeki oteldeki night auditor her akşam arıyor sorun çıktığını söylüyor sen hiç aramıyorsun. Bir gariplik var bu işte. Sende neden sorun çıkmıyor da onlarda çıkıyor sürekli” dedi. “Burada da çıkıyor ama ben hallediyorum” dediğimde hayatımın cümlesini kurduğumun farkında değildim. Beni merkeze, yanına alarak, bu işi profesyonelce yapmamı önerdi. Hiç düşünmedim. Hemen kabul ettim. 8 yıl okuduğum Turizmi bırakıp bilgisayar programcısı olmayı kabul etmek için yarım saniye düşünmemiştim.
Bir şeyi tutkuyla istemenin ne kadar önemli olduğunu da öğrendim. Resepsiyonda IBM’den gelenlere imrenerek bakarken 6 ay sonra IBM’den iş teklifi bile almıştım.
Hayatta neyi tutkuyla istediysem, hayat bana onu verdi. Tam artık olmaz dediğim anlarda çok keskin virajlar aldım. İmkansız diye birşey yok. İstiyorsan, gerçekten çok istiyorsan, olması için uğraşıyorsan, mutlaka oluyor.
Tutkun, işin olursa pazartesi sendromun hiç olmaz. Sürekli sorun çözmek, teknolojideki yenilikleri takip etmek, yeni çıkan dilleri öğrenmek ve tüm bunara enerji bulabilmek başka neyle açıklanabilir ki? Ne diyebilirim, 30 yıldır hala ilk günkü gibi seviyorum bu işi.